İsmail TOPAL
AKÇAABAT GÜNDEMİ
EY DİN(i)DARLAR!.. ZANDAN SAKININ
Bir müslüman insanların iyi niyetini ve hoşgörüsünü sömüren birtakım kötü niyetli kimselerin varlığını da unutmaması gerekir. Bu onun dinî bir görevidir. Hatta böyle kişilerin getirdiği haberleri kontrol etmesi de müslümanın üzerine farzdır.
“Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.” (49/Hucurat, 6)
Herkesten, her şeyden şüphelenen, vehimli ve vesveli insan olmak da son derece zararlı ve sakıncalıdır. Bu türlü davranışlar, zamanla psikolojik bozukluğa da yol açabilir. Kaldı ki zanla hareket etmek de dinimizce yasak:
“Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (49/Hucurat, 12)
Kaldı ki şüphe ile hüküm verilebilir mi. Sizin şüpheli gördüğünüz konunun belki de makul başka bir sebebi vardır:
“Onların çoğu ancak zannın ardından gider. Oysa zan, hak namına hiçbir şeyin yerini tutmaz.” (10/Yunus, 36)
Bunları neden mi yazıyorum?
Malûm geçtiğimiz günlerde dünya çapında ünlü Türk opera sanatçımız Leyla Gencer öldü. Yaşadığında hiç dikkatini çekmediği bir kesim ölümünde onun adını ağzına sakız yap-mış çiğneyip duruyor.
İtalya'da öldükten sonra kilisede tören yapılmasından, cesedinin yakılıp küllerinin Boğaz'a dökülmesine kadar her şey olay oldu. Annesinin Polonya asıllı olmasından ötürü “Türk”lüğü, kilisedeki tören ve cesedinin yakılmasından ötürü de “müslüman”lığı kalmadı.
Hepsi neyse de “ölünün ardından konuşulmaz” şeklindeki geleneğimiz de ayaklar altına alındı.
İşin iki boyutu var demiştik.
İlk boyutuna, yani Türklük boyutuna bakalım.
Türkler'de soy babadan gelir. Nitekim Leyla Gencer'in babası Safranbolulu köklü bir ailenin oğlu olan Hasanzade İbrahim Bey (sonradan Çeyrekgil soyadını aldı).
Hadi babadan Türklük sizi açmadı, peki o zaman 2004 yılında Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü tarafından “1000 Yılın Türkleri” özel koleksiyonunda adına 15.000.000 TL değerinde 0.999 ayar gümüş hatıra para basılmasına neden itiraz etmediniz “Leyla Gencer Türk değil ki” diye.
Ya da 1988 yılında “Devlet sanatçısı” unvanıyla onurlandırılırken neredeydiniz?
İkinci boyut, yani din boyutu daha da vahim.
Annesi Polonyalı aristokrat bir ailenin kızı olan Alexandra Angela Minakovska olduğundan “O Hıristiyan, kızı da öyledir” demeye getiriyorlar. Hâlbuki bu kadıncağız, müslüman olup Atiye adını almış. Hem de kocasının zoruyla müslüman olmamış, o öldükten sonra müslüman olma kararı almış.
Leyla Gencer'in ise müslüman olmadığına şahitlik yapacak kimse yok.
Kaldı ki hiçbir gazete ya da televizyon haberinde Leyla Gencer için cenaze namazı kılındığı belirtilmiyor. Habuki Gencer'in cenaze namazı, cenaze arabasının mezarlık girişi önünde mola verdiği sırada, sanatçının akrabalarının da katılımıyla Milano'da görev yapan Kemal Gül adlı bir Türk imam tarafından kıldırıldı.
Cenazenin kiliseye götürülmesi ise tamamen Leyla Gencer'in “yakılma vasiyeti”nin gerçekleştirilmesinden ötürü.
Peki, bir müslümanın cesedi yakılıp külleri saçılır mı?
“Ateşte yananı” ve “Denizde boğulanı” hükmî şehit olarak kabul eden bir dinin mensubu olarak, Hristiyan olan Habeşistan Kralı Necaşi'ye ashabıyla birlikte gıyabi cenaze namazı kıldıran (Buhari, 4/325) bir peygamberin ümmeti dinî hiçbir nas olmayan bir konuda bir “müslüman” kardeşinin isteğine, hem de ölümünün ardından “hoşgörü” göstermek bu kadar da mı zor?
“Ne peygambere, ne iman edenlere akraba bile olsalar cehennemlik oldukları iyice belli olduktan sonra müşriklere istiğfar etmek yoktur.” (9/Tevbe, 113) hükmü uyarınca birine kendisinin “cennetlik”, Leyla Gencer'in ise “cehennemlik” olduğu bilgisi gelmişse, o başka.
Öyle biri varsa benim dediklerim ona değil. Üzerine alınmasın.
Ama bana öyle bir bilgi verilmedi.
Bu nedenle zandan korkarım.
Çünkü “Zan, hak namına hiçbir şeyin yerini tutmaz.”
BİRİ JÜRİDEN, BİRİ PUANDAN
Akçaabat Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından organize edilen Liseler Arası Münazara Yarışması'nın finali gerçekleştirildi.
Akçaabat Lisesi ve Akçaköy Lisesi’ni eleyen Işıklar Çok Programlı Lisesi ile İmam-Hatip ve Anadolu Lisesi’ni eleyen Özel Gülbaharhatun Lisesi ekiplerinin tartıştığı finalde konu “Toplumsal yaşam uğruna birey hakları feda edilmeli mi/edilmemeli mi”ydi.
Bundan önceki tartışmalarda ortaya koydukları performansla göz dolduran her iki ekibin öğrencileri finale de iyi hazırlanmışlardı. Kazanma arzuları üst düzeydeydi.
Her yarışmanın bir galibi olduğu gibi bu yarışmanın da bir galibi olacaktı ve oldu da. 3 kişilik jüriden 1452 puan alan Özel Gülbaharhatun Lisesi birincilik ipini göğüsledi.
Jürinin olduğu yarışmada hep jüri hakkında bir şeyler söylenir ya; ben de geleneği boz-mayayım. Dedik ya jüri 3 kişiden oluşuyordu.
Yarışmada bir okul 2 jüri üyesince birinci seçildi. Peki yarışmayı kim mi kazandı? Tabiî ki 1 jüri üyesi tarafından birinci seçilen okul.
Yorum mu? Gerek yok.
YALNIZ DEĞİLMİŞİM
Rakamlarla pek aram yok.
Liseyi matematik bölümü mezunu olarak bitirdim ama tüm tercihlerimi sözel bölümlerden yana yaptım üniversiteye girişte.
Tarih bilgim iyidir ama yaş ilerledikçe artık özel bir anlamı olmayan tarihleri ve yılları unutmaya da başladım. Kimi zaman hangi ayda, kimi zaman da hangi yılda olduğumuzu sora-rım; gülerler bana.
Zaman zaman bu hatayı gazetemizin sütunlarına da yansıttığım olmuştur. Belki sizler de şahit olan arkadaşlarım gibi gülmüşsünüzdür bana.
Ne yapayım, olacak o kadar.
Bu konuda moralimi bozacak değilim. Hatta moralimin düzelmesi için bir çok neden de var. En azından sık sık yalnız olmadığımı görüyorum.
Bu hafta ise birhayli kalabalıktık.
Önce Akçaabat Kaymakamlığı’ndan gelen Akçaabat İlçesi Köylerine Hizmet Götürme Birliği Başkanlığı’nın yazısında yılın 2007 olarak yazılmasıyla -hem de iki kez- yalnızlığımı hafiflettim.
Daha sonra 19 Mayıs Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı’nın programında 9’uncu maddeden sonra yeniden 9’uncu maddenin gelmesiyle biraz daha sayımız arttı.
Son olarak ise 15 Mayıs’ta yapılan “Atatürk’ü Anma Halk Yürüyüşü”nün başlangıcında açılan bez pankartta 13 Mayıs 2007 -yani bir önceki yılın tarihi- yazmasıyla daha bir kalabalıklaştık.
Yalnızlık bana göre değil, bunu anladım. Yalnızlık Allah’a mahsus.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.