Bugün Dünya Özürlüler Günü
Şemsettin Bayram'ın Dünya Özürlüler Günü üzerine bir yazısı
Kürsüdeki adam:”Eğer zenginin malında fakirin hakkı varsa ki peygamberimiz öyle söylüyor. Öyleyse görmeyenin de görenler üzerinde hakkı vardır. Müslümanlar bir vücudun organları gibidir. Birindeki rahatsızlık, diğerlerini de etkiler.(…) Aramızda görebilme umudu olan bir kardeşimiz var; yardımlarınızı ondan esirgemeyiniz!”
Bu sözler üzerine saflarda bir dalgalanma oldu. Eller ceplere uzanırken, gözler başlar arasından birini arıyordu. Müminlerin, iki saf sol önümde, minberin kenarında büzüşüp oturan sarı, cılız saçlı adamı arayışları uzun sürdü. O,bütün olup biteni anlamak için olsa gerek başını hafif sola eğerek, yukarı kaldırıyor, öylece bir süre bekledikten sonra tekrar eski halini alıyordu. İki ayağını dikerek oturuyordu. Çelimsiz ve sarı tüylü kolları dizlerinin üstündeydi.
Müezzinin davetiyle birden hareketlenme oldu. En büyük ibadet başlamıştı.
Namazın nasıl bittiğini doğrusu anlayamadım. Ellerim açık bekliyordum, imam dua ediyormuş demek. Birden “el-fatiha” dediğini duydum. Fatiha okunacaktı, okudum. Ellerimi yüzüme sürdüm; öylece kalakaldım. Bu adamla konuşmalıyım, dedim.Dışarı çıktım.Sordum; köy kahvesine gitti,dediler.Oraya seyirttim.
Kahvenin önünde, çardağın altında, kare masada bir şeyler atıştırıyordu. Gayet yavaştı. Yanında küçük bir kıpırdanma duyunca hemen “buyur” diyordu. Cömert biriydi anlaşılan. Cömertliğinin kaynağını ve mahiyetini bilemiyordum ama sesinin gürlüğü bana ihtilal günlerinin bir ismini, Hasan MUTLUCAN’ı çağrıştırıyordu. Ne azametli sesti o öyle! Üzüm tanelerini hedefe tam isabetle gönderiyordu. Tam koruk bir salkıma uzanıyordu ki, gönlüm ona razı olmadı,yanındaki sarışını eline tutuşturmaya çalıştım.O ise “buyurun”lara bir talipli çıktı düşüncesiyle birden “elhamdülillah,buyur,buyur”dedi.Bir daha elini uzattıramadım.14 yaşlarına,gürbüz bir oğlan “Baba,çeşme şurada gel ellerini yıka.” deyince yaralı bir ceylan gibi yerinden davrandı.Bir eli oğlunun omzunda,diğer eli ise herhangi bir çarpmaya karşı tetikte bekliyordu.Gelişigüzel adımlarla yürüyordu,hayır hopluyordu.Çeşmeye varmadan ayağı boşa gider oldu.Oğlancağız uyarmakta geciktiğinden azar işitmiş gibi ezildi.Baba kazayı ucuz atlatmanın rahatlığını yaşayacaktı ki,yüzüne bir şeyler ilişti.Sağ elini hemen kaldırdı,tuttu,yumuşaktılar;okşadı söğüdün saçlarını biraz.
Daha izleyemedim bu insanı,döndüm,içeriye baktım.Garson tek başına bir masada oturmuş,kendine özel yaptığı çayını içerken bir yandan da beyaz camda ellerinde kadehlerle kahkahalar atan hayatın sahte kahramanlarını seyrediyordu.Dünyanın iki yüzünü bu an çok net gözlemliyordum işte.
Adının Hikmet olduğunu Yahya Hocadan duyduğum insanın,gelip karşıma oturduğunu fark ettim. “Galiba ikimiz kaldık.” dedi.Ardından “Senin adın neydi,ne iş yaparsın?” şeklinde sorularını sıraladı.Cevap verdim. “İkimiz” ifadesinin samimiyetinden güç alarak “Görememek hayatını nasıl etkiliyor,Hikmet?” deyiverdim.Sanki bu soruyu bekler gibi konuşmaya başladı: “Bilir misin ben önceleri görüyordum;çocuklarımla oynuyordum,onlarla gezip dolaşıyordum.Sonradan görür gözlerim görmez oldu kardeşim.Nerelere gittiysem çare bulamadım.Çocuklarımın yüzü gözlerimin önünde.Şimdi nasıllar acaba!?” diyor ve elleriyle çocuğun yüzünü yokluyor.Sanki maskını çıkaracakmış gibi alnından kaşlarına, gözlerine kayıyor.Burnunun biçimini bakıyor,dudaklarından çenesine iniyor.İki oynak mor göz de gıptayla elleri izliyor. Bu gözler görmeli Allah’ım, diyorum mırıldanarak. Bu arada susuyor. Sonra “Bebeler ekmek istiyor. Ben acınmak değil, iş istiyorum.” diye ekliyor. O gür ses titrekti, marş söyler gibi değildi. Oysa bu ses ne güzel marş söylerdi.
Yarasını fazlaca deştiğim için kendime kızmıştım. Bu insanla güzel şeyler konuşamaz mıydım sanki.”Sesin çok müsait, kahramanlık türküleri söyleyebilir misin?” deyince bir iş teklifi almışçasına ve de o işin ehli olduğunu kanıtlarcasına, akan kardeşkanının artık durduğunu müjdeleyen Mutlucan’ı gölgede bırakan müthiş sesiyle nağmelere başladı…
“Bu delikanlı maşallah aslan gibi, yakında nişanlarsın onu” dedim. Sanki başka bir laf bulamadın mı der gibi “Bu çocuk okur mu?” diye soruverdi. Özellikle olumlu cevap vermek .için “Okur elbette,niçin okumasın?” dedim.Derinden bir oh çekti;onun kadar ben de rahatlamıştım.
Söz dönüp dolaşıp kampanyaya geliyordu.”Gürcü doktor bana gözlerini açabilirim, demişti. Ne dersin kardeşim, hocam bu parayı bulabilecek miyim?” Ona moral vermeliydim, “Bizim milletimiz iyilikseverdir, seni yalnız bırakmazlar.” dedim.
“Bana söylemek istediğin başka bir şey var mı?” soruma :”Allah (C.C.) kimseye dert verip derman arattırmasın.!” diye karşılık verince ,bana yalnızca “ Amin!” demek kalmıştı.Dileğim biraz kısa olmuştu galiba. “Allah (C.C.)’tan ümit kesilmez. Kampanya başarılı olacak. Ameliyat sonrası bütün sevdiklerini, doğanın güzelliklerini yeniden görebileceksin’” şeklinde dileğimi açınca:”İnşallah, inşallah!” diyerek işi Allah’a havale etti. Ne güzel havaleydi bu!
Ayrılma vakti gelmişti. Eliyle oğlunu yoklayarak, Müsadenle gidelim.” diyor,”Müsaade senin kardeşim.”diyorum. Ayağa kalkıyoruz, tokalaşıyoruz, elimi bir iki kez sıkıyor.
Elini ayıramadığı ürkek arkadaşıyla, iki garip heykel gibi, adeta gölgeleriyle oynayarak uzaklaşıyorlar.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.