Her gün sokaklarında yürür, havasını ciğerlerimize çeker, hiçbir anlam yüklemeden ve dünlerini düşünmeden, habersiz harcarız Akçaabatı. Koca bir tarih, nice insan ve yaşam anıları var oysa o mekânda. Yürüdüğümüz o sokakta tarih boyunca hangi milletler, hangi uygarlıklar devr-i âlem etmiş, hiç aklıma gelmez... Tarih süzgeci bu güne eriştirene dek, damıta damıta neleri aktardı, kimleri yok etti, kimsenin aklına takılmaz?.. Hangi ocaklar tüttü ve söndü Akçaabatta ve hangi milletten insanlar semadan haykırıyor bize?..
Karadenize atlayacakmış gibi duran Akçaabat, ilk kurulduğu dönemde nasıl bir şehirdi, kim bilir? Deniz ve kumsal nereye kadar uzanıyordu, evler nereden itibaren yapılmaya başlanmıştı? İlk önce kaç kişi gelip keşfetmiş, yerleşmişti bu toprağa ve nasıl bir heyecan duymuşlardı güzellik karşısında? Ne işle iştigal ediyorlardı?..
Miletos ticaret kolonileri Akçaabatta ne yapardı? Pontus krallığı için Akçaabat ne kadar önem arz ediyordu? Trabzon Rum İmparatorluğu Akçaabatı eline geçirdiğinde ne düşünmüştü? Fatih Akçaabatı fethettiğinde Akçaabat nasıl sevinmişti? 12.yüzyıldan itibaren Akçaabata gelip yerleşen, burayı yurt eden Türkler, o günü bayram olarak nasıl kutlamışlardı? Onca uygarlık, onca insan yaşayıp göçmüş bu topraklar üzerinde. Birde bu gözle bakın Akçaabata ve o hayalde bir düşünün Akçaabatı, tılsımı sarsın sizi bir!..
Bize kalan Akçaabat en güzeli miydi? Yoksa güzeli var etmek için insan yıllar boyunca bir şeylerini alıp götürmüş müydü Akçaabatın? Öyle ya; üzüm bağları, incirlikleri, zeytinlikleri ne oldu? Güzellikleri içinde, neden sadece Ortamahalle evleri kartpostallarda sadece? Neden sadece onların güzelliklerini sergileyebiliyoruz? Koca koca apartmanlarla oluşmuş, aralarından rüzgarın bile zor geçtiği nefessiz zorlama sokakları olan, iç içe, mimarisi sanatsız, sadece taş yığınını andıran binalardan oluşmuş bir mahallenin fotoğrafının değeri nedir?.. Doğaya dokunmadan, doğayı bozmadan, çevre koşulları ile uyumlu ve göz zevkine uygun yerleşim yerleri; demek tarihlerde geçse değerinden bir şey kaybetmiyor, öyle değil mi?..
Roma, Bizans ve Komnenos halkı, nasıl yaşamışlar, kendilerine nasıl barınaklar yapmışlardı? Nereleri seçmişlerdi? Selçuklulardan bu yana Akçaabata yerleşen Türkler, hangi mimariyi uygun görmüşlerdi acaba güzelim, yemyeşil Akçaabata? Fatih bu mekâna girdiğinde, Onu nasıl bir yapı karşılamıştı? Deniz bu kadar uzak, toprak bu kadar yasak, bağ bahçe bu kadar tutsak mıydı?..
Yürürken sokağında, otururken toprağında, solurken havasını, içerken suyunu; aslında ne çok şey var düşünecek kadim Akçaabat hakkında!.. Kemençe, davul ve zurna eşliğinde aslında kimlerle kol kola horon tepmekteyiz, kimler bize eşlik etmekte?.. Hangi milletten biri bize atma türkü atmakta?.. Bu şehir tarihe kök salmış, uygarlıklarla yoğrulmuş yani; basit değil, alelade değil, ucuz değil, hor görülecek değil, sadece taş-toprak demek değil Akçaabat, Kadim Şehir, kadim!..
İçten ve sevgiyle, her Akçaabatlının paylaşacağından emin duygularla yazılmış dizelerimle bitiriyorum bu yazıyı. Sevgiyle, mutlulukla, sağlıkla buluşmak umuduyla!.
Sevdim; çıldırırcasına, arsızcasına, ölürcesine,
Müptela oldum hırçın Karadenizin dalga sesine.
Martılarda çığlık, zeytin ağaçlarında rüzgâr benim.
Tuttum telkinini sevdim; öyle emretti ya peygamberim.
Ağlarına takıldım çaresiz, tiryaki içime çektim tuzu yakan nefesini.
Sessiz, sedasız anlattım aşkını, şafak ettim yemyeşil gözlerini!..
Aklıma vurdukça derelerinde bulanık akan benim!
Hırçın dalgalarla özlemle kıyılarını dövenim
Onlarca minareden beş vakit yükselen sedalarla okşarım yüzünü.
Seninle açarım Besmeleyle ve seninle kaparım gurbette gözümü!..
Sevdam! Yârim! Memleketim! Taşına, toprağına kurban!
Yüreğim asılıdır semalarında, uzakta olsam!
Özüm, sözüm, iki gözüm Akçaabatım!
Takaların yardığı gibi Karadenizi, ayrılığında öyle yüreğim, müştakım.
Bir servi ağacının dibinde yatmak bile ne saadet.
Mekân bir avuç toprağın olsa da, inan ki vahdet!
Akçaabat! Sen anlarsın sessiz seslenişimi; lügatler aciz, tüm kelimeler susar.
Her şey aslına rücu edermiş ya, seni taşıyorum aslında cismim kadar