Şems-i Tebrizi; “Bazen uzaklaşmak gerekir, yakınlaşmak için… Bazen hatırlamak gerekir, hatırlanmak için… Bazen ağlamak gerekir, açılmak için… Bazen anmak gerekir, anılmak için… Bazen de susmak gerekir, duymak için…“ diyerek, ayrılanlara, gurbette olanlara teselli verir.
Şu İstanbul’a geleli 8 yıl olmuş. Yani 8 yıldır iki gurbet yaşamışız. Şimdi Akçaabat’a geldiğimizde de gurbet yaşamaktayız çünkü. İnsan kopmaya görsün bir memleketinden; hem gittiğin yer, hem memleket gurbet oluyor gayrı… Misafir gibi gidiyorsun eşi dostu ziyarete. Misafir diye karşılanıyorsun, her ne kadar oralı olsan da. Sayılı günlerle Akçaabat’tasın. Birçok arkadaş yok, birçok tanıdık yüz uzak. Düşlediğin, düşündüğün gibi olmuyor vesselam. Bir hayal kırıklığı yaşıyorsun ister istemez.
Dün Akçaabat’tan ayrılırken, çocuk olarak bıraktıkların koca adam olmuş. Elini sana uzatırken bir yabancılık. Başka bir toplumdasın adeta. Hoş onlar kendi havasında ya! Akçaabat’la birlikte eskiyorlar ama farkında değiller, aynı ortamda, aynı olağanlıkta… Kanıksanmış hayat ve kanıksanmış tek düze yaşam…
Akçaabat’ın havadan görüntüleri yayımlanmış gazetemizde. Bu manzarayı gören, Avrupai ve modern bir şehir diye gıpta eder Akçaabat’a. Çok güzel gerçekten. Ama sadece yeni dolgu alanı ve üzerinde yapılan parklar mevcut, Şehir, binalar gösterilmiyor. Şöyle gidin festival alanına bir oturun ve kafanızı şehir merkezi istikametine çevirip bir bakın bakalım nasıl bir Akçaabat göreceksiniz. Daha doğrusu göremeyeceksiniz. Çünkü kale duvarları gibi göğe yükselen apartmanlar kesecek gözünüzün seyrini. Taş, beton ve acayip binalardan başka bir şey gelmeyecek gözünüzün önüne. Bakışların kale duvarına çarpar gibi…
Sel oldu, o afetin üzerinde, o övünülen görüntüleri yarattık. Keşke şehri de öyle güzel koruyabilseydik. Kentte yaşamak ortak bir kültür gerektirir. Biz herhalde o ortak kültürü yaratana kadar, iş işten geçti. Şimdi suni güzelliklerle Akçaabat’ımızı geri kazanmaya çalışıyoruz. Bu hem pahalıya patlıyor, hem de zaman kaybına… Amerikalı düşünür Emerson “Güzelliği bulmak için tüm dünyayı dolaşsak da; onu içimizde taşımıyorsak asla bulamayız.” der. Demek ki biz Akçaabat’ı yeteri kadar içimizde taşımamışız, özümsememişiz, sevmemişiz. Şimdi sevenlerin çabaları, sevmeyenlerin yaptıklarını ne kadar ortadan kaldırabiliyor?..
Sıraya dizilmiş, peştemallı kadınlar ve kasketli erkeklerin horon oynar gibi bellemelerini, tütün tarlası hazırlamalarını yitirdik. Tütünü yitirdik. Üzüm bağlarını, incir ağaçlarını yitirdik. Bağı bahçeyi, top sahasını (hamam çimenini) yitirdik. Çınar ağaçlarını, kavak ağaçlarını yitirdik. Denizle kucak kucağa şehri yitirdik. Kumsalları yitirdik. Mandalina bahçelerini yitirdik…
İnsan nerede yaşarsa yaşasın, toprağından, şehrinden, hatıralarından kopamıyor. Kopunca da zaten hayattan kopuyor. Hatıralarımızı yaşamak, bıraktığımız şehri bulmak istiyorsak, Akçaabat’la dertlenmek zorundayız! Çünkü memleketimiz, vatanımız, toprağımız! Bizim, biziz O!.. Mevlana “Kişi kim olduğunu bilmek isterse, kimleri sevdiğine baksın.” der. Bunun için her yazıda Akçaabat’a ağıtlar yakmamız! Bunun için bildiğimiz, yaşadığımız, kaybettiğimiz Akçaabat’ı anlatmak, hatırlatmak! ..
Güzeli aramak, Akçaabat’ı daha güzel görmek istemek suç mu? Bunun için uğraş verenleri alkışlamak, destek vermek görev değil mi? Kim Akçaabat için bir şey yapıyorsa, O’na teşekkür etmek gerekmez mi? Sonuçta kimin için? Bizim, Akçaabatlılar için değil mi?..
Mevlana; “Her yağmur damlası bir yeşil yaratmak içindir. Sanmasınlar yıkıldık, sanmasınlar çöktük. Bir başka bahar için sadece yaprak döktük.” diye umut ve cesaret veriyor. Desturu O’ndan aldık gayrı. Biliyorum herkes Akçaabat için bir şeyler yapıyor, yapmaya çalışıyor. Ben de âcizane bunun için Akçaabat’ı yazmaya, aramaya ve size hatırlatmaya çalışıyorum. Elimden bu geliyor şimdilik…
Birkaç kişi de olsa, öğütleri nazari dikkate alıyordur ümidiyle, Şems-i Tebrizi Hazretlerinin sözleri ile bu yazıya nokta koymak istiyorum.
“Anladım ki: İnsanlar; susanı korkak, görmezden geleni aptal, affetmeyi bileni çantada keklik sanıyorlar. Oysaki biz istediğimiz kadar hayatımızdalar... Göz yumduğumuz kadar dürüstler ve sustuğumuz kadar insanlar!..
Ne diye böbürlenip büyükleniyorsun. Doğumun bir damla su, ölümün bir avuç toprak değil mi?
Bil ki güneşe bakmaya cesareti olmayan gölgede kalmaya, gölgeyi ışık sanmaya mahkûmdur.”