Yıllar, insanları nasıl törpülüyor, değiştiriyor ve deforme ediyorsa, Akçaabat’ı da değiştiriyor, yaşlandırıyor ve başkalaştırıyor.
Bizim emsallerimiz, çocukluk ve gençlik dönemlerinde bambaşka bir Akçaabat tanıdılar, anılarında o Akçaabat’ı tuttular ve eminim ki tercih etme şansları olsa yine o Akçaabat’ı isterler.
Şimdiki gençliğe ve şu an da Akçaabat’ı yaşayanlara eski Akçaabat’ı anlatmak, tasavvur ettirmek elbette zor. Çünkü mevcut olanı biliyorlar. Nelerin değiştiğinin ve nelerin yitirildiğinin farkında bile değiller. Akçaabat’ın yemyeşil, denizle kucak kucağa olduğu o dönemleri, sahilden baktığında, Devrim İlkokuluna kadar mevcut olan evleri tek tek sayabildiğin, tütün bahçeleri, mısır tarlaları ile göze hoş gelen o dünleri hayal bile edemiyorlar.
Ahanda, Lazlar ve Kalanima Derelerinin gürül gürül çağladığı, suların denize sevgiliye koşar gibi özlemle ve coşkuyla aktığı o günleri görmediler. Dereler istila edildi, deniz yağmalandı! Akçaabat gelişti! Yakın geçmişte sel felaketi ile o dereler isyan etti. Islah edilmeye çalışıldı. Ama büyüklerimizden duyduğumuz bir söz hiç kulağımdan çıkmadı;” dere ve deniz yerini kırk yıl geçse de alır!” diye. İnşallah bir bilgenin dediği “Geçmişi hatırlamayanlar, onu bir kere daha yaşamak zorunda kalır.” sözü vuku bulmaz, hiçbir kimseye Allah öyle bir afet yaşatmaz.
Nüfus çoğaldıkça, köyler merkeze taşındıkça, bu değişiklik ve bu değişim kaçınılmazdı elbette. Koca koca binalar yapıldı ve insanlar içine tıkıldı. İhtiyaç elbette bir şey demiyorum ama daha planlı ve Akçaabat’ın doğal yapısına uygun bir planlama ile bu işler görülebilirdi diye düşünüyorum.
Şehirlerin kaderi bu; hızlı değişim, hızlı çoğalma ve çarpık kentleşme. Her yer böyle ülkemizde. İnsanlar daha rahat ve ihtiyaçlarının daha fazla karşılanabileceği merkezlere koşuyorlar. TUİK, İstanbul’da yaşayan diğer illerden göçmüş olanların sayılarını yayınladı. İstanbul’da 368.027 kişi yaşıyormuş Trabzonlu.
Muhabbet ediyoruz memleket üzerine, belki içinizden bu yazdıklarımı, hala geçmişe takılıp kaldı diye eleştirenler oluyor. Olmalı! Ama biz güzellikleri biliyorsak, çirkinliği görüyorsak, yaşamışsak, tatmışsak bazı şeyleri, söylemeyelim mi?.. En azından mukayese etmeyelim mi?.. Eski bir Akçaabat fotoğrafını gördüğünüzde, “aaa…Akçaabat böylemiy miş?” demiyor musunuz?..
Bakın Akçaabat’ı nasıl tarif ediyor, seviyor genç bir adam, oğlum Abdullah MARKAL; “Sabah sanki bütün dünyadan daha erken düşer Akçaabat’ın saçlarına. Sabah namazını abdestiyle dinler uyanırken şehir. Yine ıslak bereketiyle, ehli keyif bir esnemeyle bakar. Hafif bir gülümser gerdanlığındaki dağları okşayarak. Sabahtaki ilk selamlaşmaya hazırlanmak için buz gibi bir su vurur yüzüne Karadeniz’den. Fısıldaşır kendi kendine, heyecanlanır. Karadeniz, başköşeye koyduğu bir akvaryumdur. Bilir birazdan en büyük zevklerinden biri olan takaları gelecek su üstüne. Tıkır tıkır sesleri takılır diline Akçaabat’ın. Keyfi tam kıvamına geldiğinde ayağa kalkar, elinde mısır bahçelerinden yaptırdığı asasıyla. Güneşin bütün kuvvetine dayanan, hep ıslak, hep bereket Akçaabat… Kaç kat katlanırsa katlansın, hangi tarafından silkelenirse silkelensin üstündeki yağmur bitmez bir türlü. Gökyüzünün hüznünü her zaman dinler… Bazen buruk uyanır bazen kıskanç bir kız gibi ama asil birkaç damlasını her zaman saklar gözbebeğinin kenarında. Akçaabat diyor kendine, eteklerinde hırçın Karadeniz’i büyüten bu şehir.”
Şu haliyle bile gençlerde böyle bir intiba, böyle bir sevgi uyandırıyorsa artık… Kaç şehir var böyle güzel?.. Allah’ın cömert davrandığı, bizlere bahşettiği kaç belde var böyle yaşanacak ?... Nerelisin dendiğinde, gururla, göğsü gere gere, Akçaabatlı denilecek ve oralı olmaktan zevk duyulacak kaç memleket var ?..
Akçaabat bir sevdadır. Gurbet elde bir gönül yarasıdır. Bir göz buğusu, bir hayal, bir arzu ki ömürlük, tatlı bir tebessüm, bir sevinç, vuslatı beklenen, istenen, emsalsiz bir dilektir Akçaabat!...
Elini uzatsan Hükümet Konağının yanındaki çeşmeden su içeceksin adeta. Avuçlarına bir serinlik doluyor. Yüzün Karadeniz rüzgârıyla ürperiyor. Koş diyor bir ses, koş çay bahçesinde bekleniyorsun!.. Zifin çiçekleri kokuyor her yan.
Oysa; tarlalar, bahçeler, deniz talan edilircesine saldırıldı, yağmalandı. Yaralandı bağrından Akçaabat! Ama hala dimdik ayakta. Tarih sürecindeki misyonuna devam ediyor, edecek. Ama üstüne yaşayanlardan, O’nu paylaşanlardan, O’na aidiyet duyanlardan da anlayış bekliyor, hoşgörü bekliyor!..
Akçaabat bahsi açılınca satırlar uzayıp gidiyor. Bakın sorunlarımıza değinemedik. Sebat sporumuz hala ortada, sahipsiz örneğin. Akçaabatlılar böyle bir markayı, böyle bir varlığı gözden mi çıkardılar acaba? Neler oluyor bize böyle?.. Ortamahalle turizme yönelik olarak yeniden yapılandırılıyormuş, gazetemizde okudum, ne kadar güzel. Eldeki güzelliklerimize sahip çıkmak, onu memlekete fayda getirecek bir alanda kullanmak çok hoş. Festivalde yaklaştı. Akçaabatlı yılda bir de olsa yine coşacak, eğlenecek.
“Öyle horozlar vardır ki öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.” diyor bir bilge. Ne olur hırsımıza kapılmadan, egomuza teslim olmadan bakalım her olaya! Çözüm yine bizdedir! Yine bir bilgenin dediği gibi “Yaşamak, izler bırakmaktır.” dostlar!
Bu yazıya da yine bilgelerin sözleriyle nokta koyalım istiyorum. Buluşmak, kavuşmak dileğiyle!
“Yalanlamak ve reddetmek için okuma! İnanmak ve her şeyi kabullenmek için de okuma! Konuşmak ve nutuk çekmek için de okuma! Tartmak, kıyaslamak ve düşünmek için oku!..”
“Dövdüler, yıkılmadık. Sövdüler, yıkılmadık. Alkışladılar, övdüler, yıkıldık!..”